1990’lı yıllara kadar Türkiye dışında, Orta Asya’da, Kırım’da, Kafkasya’da, Kerkük’te, Rumeli’de yaşayan Türklere “Dış Türkler” denirdi. 

Biz, 78 Kuşağı Türk milliyetçileri, Misâk-ı Millî sınırlarımız dışında kalan bu soydaşlarımızı kendimizden farklı düşünmezdik.

Katıldığımız seminerlerde, dinlediğimiz konferanslarda Kırım, Kerkük, Azerbaycan, Türkistan üzerine konuşmalar olur; Bosna’dan, Üsküp’ten, Kırcaali’den, Kafkasya’dan Anadolu’ya uzanan hazin göç hikâyeleri anlatılırdı.

Emine Işınsu’nun Ak Topraklar, Cengiz Dağcı’nın O Topraklar Bizimdi, Şevki Bektöre’nin Volga Kızıl Akarken romanları ilk okuduğumuz kitaplardandı.

Ömer Seyfettin’in Kızıl Elma Neresi? Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun Turhan Nasıl Çıldırdı? hikâyelerini döne döne defalarca okuduk.

Ziya Gökalp’in Kızıl Elma şiirleri, Arif Nihat Asya’nın, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun, Yetik Ozan’ın, Abdürrahim Karakoç’un şiirleri bize bambaşka duygu ve heyecan verirdi. 

Azerbaycanlı şair Ahmet Cevat’ın yazdığı ve Üzeyir Hacıbeyli’nin bestelediği Çırpınırdı Karadeniz, İstiklâl Marşımızdan sonra en sevdiğimiz ve her ortamda göğsümüzü şişirerek boğazımız yırtılırcasına gururla söylediğimiz bir türküydü; bizim dilimizde marş oldu.

Yahya Kemal, “Türkçenin çekilmediği yerler vatandır.” der.

Türkçe konuşulan her yer bizim vatanımızdı.

Kerkük hoyratlarına bayılır, Azerbaycan türküleriyle mest olurduk.

Rumeli coğrafyası bizim coğrafyamızdı. Arda boylarında kırmızı erik toplar, Estergon önlerinde, Tuna boylarında at koşturur, Manastır’ın ortasındaki çarşıda gezer ve Deliorman yaylalarında güreş tutardık.

Sadece Rumeli mi?

Kâh Afrika sahillerine uzanarak Cezayir’in harmanları gibi savrulur, kâh havada bulut yok bu ne dumandır, diyerek Yemen çöllerinde kavrulurduk.

Bütün bunlar ruhumuza ve benliğimize o kadar tesir etmiş ki bizim için Konya ne ise Saraybosna da oydu.

İstanbul’u, Adana’yı ne kadar seviyorsak Gence’yi, Kerkük’ü de o kadar seviyorduk.

Bizim nazarımızda Kütahya ile Semerkant’ın ya da Erzurum ile Buhara’nın bir farkı yoktu. 

Yahya Kemal’in Kaybolan Şehir şiirinde ifade ettiği gibi Üsküp, Şar Dağı’nın eteğinde Bursa’nın devamıydı. 

Kıbrıs yavru vatanımız, gözbebeğimiz; Ahmet Yesevî diyarı Türkistan ana yurdumuzdu ve Türk’ün beşiğiydi.

Şunu çok iyi biliyorduk ki biz bir millet’tik ve bu milletin kalbî hudutları çok genişti.

Vatan, ne Türkiye’ydi Türklere ne Türkistan’dı; vatan, adı TURAN olan büyük ve müebbet bir ülkeydi.

Bir avuç Türk milliyetçisiydik ve böyle düşünüyor, böyle yaşıyorduk; duygu ve düşünce dünyamız bunlarla doluydu.

Fakat, 1940’lı yıllardan itibaren Türkiye’de ve dünyada, Türk dünyasını birbirinden uzaklaştırmak için alfabe değiştirmekten zorunlu göçlere kadar her türlü yol denenmiş, eğitim sistemleri bu amaca hizmet edecek şekilde düzenlenmişti.

Türk dünyasının dörtte üçü başka devletlerin egemenliği altında âdeta esirdi.

Çatışmalar ve kavgalar önce fikir düzleminde daha sonra sokakta, okulda, fabrikada, çarşıda pazarda böyle başladı.

Biz tarihin, “milletler mücadelesi” olduğuna inanıyorduk.

Tarihi, “dinler ve mezhepler mücadelesi” olarak görenler bizi ırkçılıkla suçlayıp günahkâr ilan ettiler.

Tarihi, “emek-sermaye mücadelesi” ya da “burjuva-proleterya kavgası” olarak görenler Sovyetler Birliği’nin 5. Kol faaliyeti olarak yürüttükleri ideolojik yayılmalarına engel gördükleri Türk milliyetçilerini sindirmeye, ezmeye ve yok etmeye kalkıştı.  

Kendilerini siyaset yelpazesinin ortasında ya da ortaya yakın bir yerde konuşlandıranlar ise Atatürk’ün “yurtta sulh, cihanda sulh” sözünün arkasına sığınarak dünyadaki Türk nüfusunun neredeyse dörtte üçünü oluşturan soydaşlarımızla hiç ilgilenmediler.

Tâ ki 1990’lı yılların başına kadar.

Sovyetler Birliği dağıldı, kadim Türk coğrafyasında Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan bağımsız birer devlet olarak tarih sahnesine tekrar çıktılar.  

Birçok bölgede Türk toplulukları tarafından özerk muhtariyetler oluşturuldu.

Herkes öğrendi ki Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar uzanan topraklarda damgası hâlâ silinmemiş bir Türk mührü var.   

Yaklaşık bir asır sonra tarih, Türk milliyetçilerini bir kere daha haklı çıkardı.

Bugün, Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı’nda Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı var.

TİKA, Yunus Emre Enstitüsü gibi kurumlarımız Balkanlarda, Ortadoğu’da, Kafkasya’da, Afrika’da ve Orta Asya’da Türk’ün gücünü, kudretini, merhametini ve şefkatini gösterdiği gibi Türk-İslâm medeniyetinin temel taşlarını da döşemektedir.  

Afrin’e giden Mehmetçiğe, “İstikamet Nereye?” diye sorulduğunda, “İstikamet Kızıl Elma’ya” diye cevap veriyorsa bu iş bitmiştir.

Aslına rücû, öze dönüş başlamıştır.

Bunun için diyoruz ki 21. asır Türk asrı olacaktır.

Biliyoruz ki muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur.

Salih ÖZDEN

NOT: Bu yazı Kütahya Postası gazetesinin 27.07.2020 tarihli sayısında yayımlanmıştır.